Ayvalık’a gittiğim gün otele geçmek için
duraktan bir taksiye bindim, ön koltuğa oturup yola çıktık birden torpidonun
üstündeki bölümde bir kitap dikkatimi çekti! Hani genelde taksici denildiğinde
olumsuz ve kaba bir anlam oluşur ya insanın zihninde, arabasında kitap
bulunduran bir taksici ilginç geldi doğrusu! Tabi hemen lafa girdim kitap
onunmuş ve elinden geldiğince de okumaya çalışıyormuş! Derken yol boyunca biraz
sohbet muhabbet ettik ve sağ olsun kartını verdi bir ihtiyacın olursa ara
diyerek ve Ayvalık’ta olduğum sürece de ne zaman taksi kullanmam gerekse
Hüseyin Abiyi aradım sağ olsun çok yardımcı oldu bana! İşte benim Hüseyin Abi
ile tanışma hikâyem böyle oldu...
Hüseyin Abi aslında Kaz Dağları’nın o
güzel havasından nasiplenmek için buraya yerleşenlerden! Hani o Ayvalık’ın Dinç
Yaşlılarından J Bana Tik Mustafa’dan bahsedip bir de üstüne Tik
Mustafa’ya götüren, rakı ve muhteşem mezeler eşliğinde güzel bir muhabbet
yaptığım değerli Abim…
Hüseyin Abiye Cunda ve Ayvalık gezi
rotamdan bahsettiğimde buraya kadar gelmişken herkesin gittiği ve artık pek de
bir özelliğinin kalmadığını söylediği Sarımsaklı Plajı yerine İzmir Bergama’ya
gitmemi tavsiye etti! İyi ki de etmiş, iyi ki ben O’nun sözünü dinleyip
Bergama’ya gitmişim yoksa bu muhteşem güzellikteki tarihi Antik kenti görmeden,
yavan renksiz bir plajı görüp gelecektim Ayvalık’tan. Bu sebeple yazıma Hüseyin
Abime tekrar çok teşekkür ederek giriş yapmak istedim…
Bergama, İzmir’e bağlı ama Ayvalık’a da
yakın sayılır, otogardan kalkan minibüslerle bir saatlik bir yolculuk sonrası
ulaşılabiliyor.
Bergama’ya asıl gelme amacım Pergamon Akropolis’i
veya bilinen adıyla Bergama Antik Kenti’ni görmek! Gerçi halk sadece Akropol
veya Akropolis de diyor! Bergama minibüsleri Akropol’e kadar gitmiyor o nedenle
minibüsten inip kısa bir taksi yolculuğu yapmanız gerekiyor. Dilerseniz Akropol’e
kadar taksi ile gidebilirsiniz ama eğer hava güzelse teleferik ile çıkmanızı
tavsiye ederim. Benim gittiğim gün teleferik rüzgâr sebebiyle çalışmıyordu, taksi
ile çıkmam gerekti. Şansa bindiğim taksinin şoförü olan Abi yıllar önce Akropol’ün
restorasyonunda çalışmış bir kişi çıktı, Akropol’e su taşıyan kanalların ortaya
çıkarılmasında çalışmış hatta! Düşün dedi su getirmek için kilometrelerde kanal
açmışlar ve bu kanala bir tür çekomastik gibi malzeme ile akışkanlık vermişler,
biz çalışırken bile ıslak gibiydi dedi! İlginç bir bilgiydi!
Müze girişinde küçük bir otopark, hediyelik
eşya satan bir iki işletme, dinlenip çay içmek için bir cafe bulunuyor. Bende
müzekart olduğu için gösterip içeri geçtim ama sizde yoksa buradan
alabilirsiniz.
Bergama Akropolis, yüzyıllar önce bu
bölgede hüküm süren Pergamon Krallığı’nın merkezi konumunda kalıyor, bugünkü
hali bile oldukça geniş bir bölgeye yayılmış. Polis, Yunanca Kent anlamına
geliyor Akropolis ise ilkçağda Yunanistan ve Anadolu'da kurulan, çevresi
surlarla kuşatılmış, içinde saray, mahkeme, çarşı ve askeri garnizon bulunan yüksek
bir konumdaki kent demek. Pergamon Krallığı’nın tarihi Büyük İskender’e kadar
uzanıyor ama zamanla Roma’ya bağlı hale gelmiş, sonrasında yıkılmış, bölgeye
Selçuklular ve Osmanlılar hâkim olmuş ama kurulduğu dönemde bölgenin ve o
zamanlar bilinen Dünya’nın en görkemli Krallıklarından birisiymiş! Bugün bile
bulunduğu konum ile uzaktan gördüğünüzde bile insanın gözü takılıyor, bir de o
zamanlardaki ihtişamını düşünemiyorum bile! Akropolis’in tiyatrosu 10.000
kişilik oturma alanına sahip artık kentin büyüklüğünü ve önemini siz düşünün!
İçeri girdiğinizde Akropolün bir maketi
ve Pergamon Akropolün en büyük sınırlarını gösteren bir çizim bulunuyor, bu
çizim üzerinde bina ve bölgelerin açıklamaları yapılmış. Her ne kadar Akropol
denilse de kent o kadar genişlemiş ki üzerinde bulunduğu dağdan yamaçlara hatta
aşağıdaki düzlük alana kadar yayılmış! Yüzlerce yıla, yaşanan onca savaş ve
doğa olayına karşın Akropol’ün halen ayakta kalması da hem şehrin mimarisine
hem de inşaat tekniğine hayran bırakıyor! Akropol’den aşağıya Bergama’ya baktığınızda
insan bu kadar yüksek bir yere yüz yıllar önce bu kenti nasıl inşa etmişler
diye düşünüp, hayret ediyor! Ben gezerken hava sıcak ama rüzgârlıydı hatta
rüzgardan şapkam uçtu bir ara, bu insanlar burada nasıl yaşamışlar diye
düşünmedim değil!
Bu kadar büyük bir nüfusu yerleştirmek
ve günlük hayatı sağlamak ayrı konu, beslenmelerini sağlamak ayrı konu! Buraya su
getirmek için 45 km uzunluğunda, onlarca kemerden oluşan bir yolu kurulmuş!
Tabi bu su yolunun öyle dümdüz olduğunu da düşünmeyin pek çok tepe aşıp bu
yüksekliğe kadar da çıkartılıyor gelen su! Kendi döneminin mühendislik
tekniklerinden olabildiğince faydalanmışlar.
Bergama’yı gezerken insanda hayranlık uyandıran bir diğer bölüm olan Tiyatro Akropol’ün batı yamacında yer alıyor! Ben tiyatroya girip oturma yerlerine baktığımda sanki aşağıya yuvarlanacak gibi oldum çünkü o yamaçtan sonrası yok! Yükseklik korkusu olanların biraz terletecek ama eninde sonunda hayranlık uyandıracak bir yapı!
Oturma sıraları merdivenlerle kama
biçiminde bölümlere ayrılmış ve 10.000 kişi alabiliyor! Evet, doğru gördünüz
10.000 insanın bundan yüzlerce yıl önce tiyatro izlemesi sağlanmış! Bugün
Türkiye’nin Batı bölgesindeki pek çok ilçede bile adam gibi bir tiyatro sahnesi
olmadığını düşününce, zamanda ileri gitsek de bu topraklarda medeniyet
anlamında pek ilerleyemediğimizi düşünüyor insan! Roma döneminde tiyatro toplantılar
içinde kullanılmış ve taş bir hatip kürsüsü de konulmuş.
Sahne alanı yalnızca oyunlar sırasında kurulan
ahşap bir yapı olarak düşünülmüş! Oyunlar sergilendikten sonra yukarıdan
baktığınızda sağ tarafta kalan Dionysos Tapınağı’nın görünüşünü engellememek
için sökülüyormuş! Gel de bu inceliğe hayran olma!
Akropol’ün sembol yapısı ise meşhur Traianus Tapınağı! MS 100 gibi Roma İmparatoru Traian döneminde yapımına başlanmış, onun ölümü üzerine yeni İmparator Hadrian tarafından genişletilip bitirilmiş bir tapınaktır. Tabi günümüzde tapınağın yağmalardan geriye kalan sütunları olsa da yine de etkileyici bir görünüme sahip olduğunu belirtmek isterim! Malum bu tapınak yıllar önce Berlin’e kaçırılmış ve halen de esas etkileyici olan bölümleri orada sergilenmekte!
Üzülerek de olsa şunu da belirtmek
istiyorum, evet tarihi eserlerimizin çalınması üzücü ama bunca yıl o kadar çok
kötü, özensiz, art niyetli yenileme çalışması ve yağma, çalma, çırpma haberi
gördük ki insan bu güzellikleri gezerken iyi ki çalınmış en azından kıymet
bilen ellerde tarihimiz diye düşünmeden de edemiyor!
Akropol’ü sokak sokak bölüm bölüm gezdim
ama her yeri burada anlatmam veya anlatmaya çalışmam saçma olur, sadece gidin
ve görün bu medeniyeti diyorum. Zaten Akropol içerisinde her bölümde kısım kısım
ayrıntılı bilgi panoları bulunmakta, böylece yanınızda bir rehber olmasa da panolar
sayesinde yeterli bilgileri alıp güzel bir gezi yapabiliyorsunuz…
Akropol çıkışı kafede bir çay içip
dinlendim, baktım görünürde taksi de yok dedim yürüyerek ineyim! Soğuk bir su
aldım ve sakince yürüye yürüye inmeye başladım! Akropol’ün bulunduğu dağı
çevreleyen sarmal yoldan yavaş yavaş yürüdüm etrafı ve Akropol’ü izleye izleye,
uzun ama yeşil ve güzel bir yol olduğunu belirtmeliyim…
Akropol’ün girişi(aslında ben çıkmaya
çalıştığım için çıkışı da oluyor) bir kısmı terk edilmiş evlerin oluşturduğu
eski bir mahalleye çıkıyor. Evler eski ama bir o kadar da estetik aslında, çoğunluğu
tek katlı halen bile oldukça güzel duran taş yapılar! Sanırım bir zamanlar
burada güzel hayatlar yaşanmış şimdiki izbe görüntüsünün aksine…
Bu mahalleden çıkınca daha önceden not
ettiğim Kızıl Avlu olarak da bilinen Mısır Tanrıları Tapınağı’na yöneliyorum,
yakın sayılır. Evet, Mısır’da değiliz ama bir zamanlar burada hüküm süren Romalılar
aynı zamanda Mısır’a da hüküm sürüyorlardı ve Mısır’ın Tanrıları da biliniyordu
buralarda! Kızıl Avlu aslında MS 200 gibi Roma İmparatoru Hadrianus tarafından Mısır
Tanrılarında adanan bir yapıymış ama zamanla bölgeye hakim olan her uygarlık kendi
inancına göre yapıya eklemeler yaparak kullanmaya devam etmiş! Bu sayede bir
dönem ek yapılarla Katedral olarak kullanılıp Hristiyanlığa, avlusuna yapılan
Sinagog ile Museviliğe, Osmanlı Döneminde de Cami olarak kullanılıp
Müslümanlığa hizmet etmiş! Üç Semavi dine de hizmet eden nadir yapılardan biri
olarak biliniyor!
Kızıl Avlu yapıldığı dönemde 270x100 metre boyutlarında oldukça geniş bir alanı kaplayacak şekilde yapılmış ve ilk yapıldığı dönemlerde etrafında surlar varmış ama maalesef bu surlar günümüze kadar dayanmamış! Kızıl Avlu, kapsamlı bir restorasyondan geçiyor ama en azından açık alanları ve yapının bir kısmı ziyarete açık. Bu yapı aslında eski şehrin ovadaki en görkemli yapılarından da birisi, Bergama Çayı avlusunun altından açılan tünelden geçiyormuş eski zamanlarda!
Gezilebilecek yer olarak büyük bir silo gibi duran mimaride Rotunda adı verilen Kuleyi görebilirsiniz. Kulenin yapıldığı zamanları düşündüğümüzde etkileyici bir eser olduğu görülüyor. Kulenin içi boş sayılır ama duvar kenarlarında bazı tarihi yapı parçaları ve bilgilendirme panoları bulunuyor. Başınızı kaldırıp kulenin tavanına bakarsanız 1 metrelik bir açıklık göreceksiniz, bu açıklık ilk yapıldığında yaklaşık 4 metre kadarmış ama zamanla bu kuleler farklı amaçlarla kullanıldığı için daraltılmış! Bu deliklerden yağmur suyunun içeri geçmediğini belirtmeliyim, tıpkı Roma’da bulunan Pantheon’da olduğu gibi!
Avluda “karyatid” adı verilen sırt sırta durmuş iki insan figürü var. Her
ne kadar figürler insan da olsa yüzlerinin Aslan gibi hayvanlara ait olması
Mısır Mitolojisinin bir eseri olduğunu gösteriyor.
Gezecek çok bir şey yok maalesef restorasyondan dolayı ama restorasyon bittikten sonra etkileyici bir yer olacağını düşünüyorum…
Aslında Bergama’daki en etkileyici
yapılardan birisi de Bergama Asklepion’u! Bergama Asklepion’u o dönemlerin ünlü
hekim ve filozoflarının yetiştiği ve hekimlik yapıldığı yer! Akropol kadar ünlü
ve önemli ama benim hiç halim kalmadığı için onun yerine Bergama ArkeolojiMüzesi’ne gitmeyi tercih ediyorum.
Bergama Arkeoloji Müzesi çok büyük
değil, tek katlı bir yapı ama bölgede yerinde sergilenmeyen pek çok eser buraya
alınmış ve içerik anlamında bana göre tatmin edici.
Müze bahçesinde Roma ve Osmanlı dönemlerine
ait çok sayıda mezar taşı bulunmakta. İçeride ise çoğunluğu Roma döneminde
eser, heykel, kabartma ve mezar stelleri bulunmakta.
Sergilenen eserler içerisinde en
özellerinden bir tanesi Yılanlı Sütun adlı eser. Bu eser esasında Bergama Asklepion’una
ait bir eser ama burada sergilenmesi uygun bulunmuş. Peki, bu eserin önemi
nedir? Aslında bu eser Asklepion’un hikayesini de barındırdığı için bu kadar
ilgi çekiyor…
Bergama Asklepeion’u o dönemlerin en
ünlü hekimlerinden Galenos’un yetiştiği ve hekimlik yapıldığı yer. Galenos Roma
İmparatoru Marcus Aurellius’un kişisel hekimi ve o dönemler böcek, yılan ve
akrep zehirlerine karşı panzehir geliştirip kullanarak hem kişisel ününü hem de
Bergama Asklepion’unun ününü artırmış durumda. Galenos’un panzehiri nasıl
bulduğu konusunda şöyle bir rivayet var: Galenos zamanında Bergama Asklepion’una bir hasta gelmiş ve
hastayı Virankapı’dan içeri almışlar. Hekimler tarafından giysileri çıkartılmış,
yıkanmış, beyaz harmaniler giydirilip kutsal yoldan geçirilip uyku odasına
alınmış. Hasta incelenmiş ama bir türlü hastalığına tanı konulamamış. Hastalığının
nedeni çözülemeyince birkaç gün içinde çok ağırlaşmış ve titremeler, kasılmalar
görülünce zehirlenme olduğu anlaşılmış ama iş işten geçmiş. Durumu Galenos’a iletilmiş,
Galenos hastayı incelemiş ve hastanın dışarı çıkartılmasını, akrabalarına haber
verilerek hastanın ölüp gitmeden alınmasını istemiş.
Hasta dönüş yolunun ağaçlı girişine
bırakılmış ve akrabalarına haber verilmiş. Burada umutsuz bir şekilde çırpınan
hasta aynı kâseden içtikleri süte kusan iki yılan görmüş! Yılanlar sütün
başında kavga ederken zehirlerini de süte kusmuşlar! Ümitsiz hasta canına
kıymak için kâseye hamle yapıp bir dikişte sütü içmiş ve olduğu yerde uykuya
dalmış! Hastanın oğulları onu almak için geldiklerinde öldüğünü sanıp yüzünü
çevirmişler ama hasta uykudan zıplayarak uyanmış ve ayağa kalkmış! Birileri
hemen koşa koşa Galenos’a haber vermiş ve panzehiri bulma heyecanıyla hastayı
kucaklamış ve adak olarak bir sütun diktirmiş! Sütunun üzerine de içtikleri
kaba kusan iki yılan kabartması yaptırmış! Bu hikâye aynı zamanda günümüzde tıp,
eczacılık ve sağlıkla ilgili alanlarda kullanılan yılan simgesinin de hikâyesidir.
Bergama Arkeoloji Müzesi, tarihi ve tarihi eserleri “Taş” olarak değerlendirmeyen her insanın bir şekilde yolunu düşürüp gelmesi, görmesi gereken yerlerden! Üzerinde yaşadığımız topraklarda bizden yüzlerce binlerce yıl önce kurulan "Medeniyet" lerin izini görmek bile insana bastığı toprağın ve yaşadığı ülkenin gerçek zenginliğini gösteriyor. Bir zamanların en büyük medeniyetlerinden birisinin kalıntılarını dahi olsa görmek güzeldi…
Süpersiniz hocam
YanıtlaSil